Avrupa Birliği Göç Politikalarında Göçmenler ve Mülteciler

Soğuk Savaş öncesi dönemde faşist partilerin başarılı olması, dönemin kaçınılmaz şartları ile (devrimsel komünizmin varlığı, Birinci Dünya Savaşı sırasında kitlelerin millileştirilmesi ve kapitalizmin ekonomik başarısızlığı) ilgiliydi. Ancak savaş sonrası dönemin şartları farklı olmuştur. Liberal demokrasi fazlasıyla etkili olmuş, refah seviyesi artmış, militarizm ve emperyalizm eski önemini kaybetmiş ve devrimsel milliyetçilik, savaş, yıkım ve soykırım ile anılmaya başlanmıştır. Avrupa devletleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sosyal ve siyasal anlamda başarılı bir dönem yaşamıştır. Batı Avrupa’daki ekonomik gelişmeler, bu dönemde toplumsal gerilimin alt seviyelerde kalmasını da sağlamıştır. Bu nedenle, aşırı sağ partilere (ASP) olan destek marjinal düzeyde kalmış ve bu partilerin çoğu siyasi sahanın dışında yer almıştır. Biyolojik temelli ırkçılık, antisemitizim, nazizim ya da faşizm ile ilgili herhangi bir ideoloji halk tarafından destek görmemiş, yalnızca marjinal bir kesimin desteğini alabilmiştir. Savaş sonrası dönemde, Avrupa’da yaşanan gelişmelere paralel olarak ülkeler farklı şekillerde göçmen almışlardır. Bu dönemde ortaya çıkan ekonomik gelişmeye bağlı olarak işgücü açığı patlak vermiş ve Batı Avrupa ülkeleri, Akdeniz ülkelerinden ve eski sömürgelerden getirilen işçilerle bu açığı düşürmeye çalışmışlardır. Bununla birlikte, 1960’ların sonlarına doğru çoğu Batı Avrupa ülkesinde politik güven seviyesi hızla düşmeye başlamıştır. Bu dönemde küreselleşme süreciyle birlikte birçok Avrupa ülkesindeki göçmen sayısında büyük artışlar gözlemlenmiştir. Geçici olduğu düşünülen göçmenlerin kalıcı olduğu anlaşıldığında göç, pek çok devlet tarafından siyasallaştırılmaya çalışılmıştır. Göçün sosyal etkileriyle beraber, işsizlik, ekonomik sıkıntılar ve suç oranlarındaki yükseliş , buna ana akım partilerin çözüm konusunda başarısız politikaları, seçmenlerin güvensizlik duymasına yol açmış ve politik memnuniyetsizliklerini ortaya çıkarmıştır. Ayrıca küreselleşme siyasi, ekonomik ve kültürel sorunlara da yol açmıştır. Bu sorunlar, bazı bireyler açısından riskli bir ortam yaratmış, bu bireyler ise söz konusu ASP’ler açısından potansiyel seçmen olarak görülmüştür. Küreselleşmenin yarattığı koşullar ve Avrupa ülkelerinde yaşanan gelişmeler, göçmen karşıtı duyguları körüklemiş ve yabancı düşmanlığının artmasına sebep olmuştur. ASP’lerin göçmenlere karşı sert tavırları Soğuk Savaş sonrası dönemde artarak devam etmiştir. Küreselleşmenin beraberinde getirdiği sorunlar ekonomik, kültürel ve siyasi problemler, çoğu zaman birbirleriyle bağlantılı bir şekilde gelişmiştir.
Küresel Finansal Kriz’in meydana getirdiği sorunlar da eklenince ASP’lerin etki alanı daha da genişlemiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi, ekonomik göstergelerin olumlu olduğu durumlarda göçmenlere yönelik ayırımcı söylemler marjinal kalırken, tam tersi bir durumda bu ayrımcı söylemler ve destekçilerinin çoğaldığı görülmektedir. 2015 yılında yaşanan mülteci krizi de buna bir örnek teşkil eder. Arap Baharı olarak adlandırılan ve sonuçlarından tüm dünyanın, özellikle de Avrupa’nın derinden etkilendiği kriz ile bir taraftan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde köklü değişiklikler yaşanmış diğer taraftan birçok insanın ölümü ve ülkelerini terk etmeleri konusu dünya gündemini sarsmıştır. Arap Baharı sonrası meydana gelen çatışmalar sebebiyle binlerce mülteci, daha iyi yaşam standartları umudu ile Avrupa’ya gitmiştir. Avrupa devletlerinin tavırları ve özellikle denizlerde meydana gelen kazalar sonucu binlerce mültecinin yaşamının sona ermesiyle bu süreç, içinden çıkılmaz bir krize dönüşmüştür. Ancak, 2015 yılında Avrupa’nın yaşadığı mülteci krizi başta siyasi olmak üzere Avrupa’da birçok dengeyi değiştirmiştir. Mülteci krizinin yaşandığı dönemde Avrupa devletleri tutarlı bir yaklaşım sergileyememiştir. Bu kapsamda, mülteci krizine yönelik, AB düzeyinde insan haklarına dayalı kapsamlı ve yapıcı politikalar oluşturulması, ana akım partilerin aşırı sağ seçmenin korku ve endişelerini dikkate alarak, seçmenlerle aralarındaki güven bağlarının yeniden kurulması gerektiği ortaya çıkmıştır [1]. Öyle ki 2015 yılında, Avrupa’ya ulaşan veya ulaşmaya çalışan göçmen sayısı, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük göç krizinin patlamasına neden olmuştur. İç savaş, yoksulluk, terör ve siyasi baskıların altında kalan birçok insan, ülkelerini arkada bırakarak özellikle Avrupa’ya yönelmiş ve ölümü göze alarak Akdeniz ve Ege Denizi üzerinden deniz yolculuğu gerçekleştirmiştir.
Günümüzde çoğu devletin, en önemlisi de çoğu devletin , bu yaşanan göç ve sığınma olaylarından kendini soyutlaması mümkün değildir. İnsanlar farklı sebeplerle kendi devletlerini arkalarında bırakıp başka devletlere göç etmekte ve/veya sığınmakta ve bu girişimin sonuçlarından devletler istese de kaçınamamaktadır.
Avrupa Birliği (AB)’nin politikalarını ve Birlik düzenini sarsacak derecede tüm üye devletleri etkileyen, Arap Baharı’nın da körüklediği Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgelerinden gelen ani göç dalgası, genelde AB’ye özelde Yunanistan, İtalya, İspanya, Kıbrıs ve Malta gibi bazı üye devletlere ciddi sorunlar yaşatmaktadır. Bu yaşanan göç dalgası göstermiştir ki, AB sınırlarına dayanan bu zor durumdaki göçmen ve mültecileri koruyacak hukuki düzenlemeler AB mevzuatında var olmasına rağmen yeterli koruma sağlanamamakta ve fiziki altyapı yetersiz kalmaktadır. İç savaş, yoksulluk, terör ve siyasi baskıların tesiri altında birçok insan vatandaşı oldukları devletlerinden kaçarak özellikle Avrupa’ya yönelmiş Ege Denizi ve Akdeniz üzerinden ölümü göze alarak deniz yolculuğu gerçekleştirmiştir. Bu yolculuğun kaçınılmaz iki varış noktası İtalya ve Yunanistan olmuştur. 2016 yılında Türkiye ile AB arasında geçen tartışmalı mutabakat ile Türkiye üzerinden gelen Yunanistan başvuruları ciddi oranda azalma göstermiş ve bu yük İtalya’ya kalmıştır. Bu noktadan sonra İtalya mülteci sorunundan doğan krizi en ağır şekilde yaşamaya başlamış ve bu durumu her fırsatta Avrupalı devletlere ve AB yetkililerine iletmeye çalışmıştır.
AVRUPA BİRLİĞİ MÜLTECİ KRİZİ VE RAKAMLARLA SON DURUM
Arap Baharı’nın son noktası olan ve 2011 Martında Suriye’de başlayan protestolar, Suriye hükümetinden gelen ağır baskılar ile Suriye’de bir iç savaşın başlangıcı olurken, bir taraftan da birçok Suriyelinin devletini arkasında bırakmasına ve başka devletlere sığınmasına yol açmıştır. Birleşmiş Milletler (BM), Suriye’de meydana gelen bu mülteci yığınını Ruanda soykırımı olayından bu yana gerçekleşen en fazla mülteci akını olduğunu bildirmiştir (USPG, 2017). Günümüzde birçok savunmasız insan sığınma talebinde bulunmak için Avrupa’yı seçmektedir. Sığınma, ait oldukları devletlerini terk eden; hayati tehlike ve baskı korkusu yüzünden menşe devletlerine geri dönemeyen kişilere verilen bir uluslararası koruma biçimidir. Her devlet gibi AB ve üye devletleri de muhtaç olanları korumak konusunda yasal ve ahlaki bir sorumluluğa sahiptir. Şunu da belirtmek gerekir ki Birlik üyesi devletler, sığınma başvurularını incelemekten ve kimlerin koruma altına alınacağından da sorumludur. Ama bu yükümlülükten Avrupa’ya gelen herkesin korunması gerektiği anlamı çıkartılmamalıdır. Zira birçok kişi hayatlarını iyileştirmek, daha refah içeren bir yaşamı seçerek kendi devletlerinden ayrılmaktadır. Bu insanlar genelde ekonomik göçmen olarak isimlendirilir ve sığınma başvurusuna kabul edilmezlerse, ulusal hükümetler, onları kendi devletlerine veya başka bir güvenli devlete ulaştırma sorumluluğundadır. AB’ye ulaşmaya çalışan mülteci ve göçmenlerin büyük çoğunluğu örgütlü suç şebekelerine ve insan kaçakçılarına para vermek durumunda kalmıştır. Sonuç olarak, “düzensiz” göçmen olarak bilinen bu kişiler yasal olmayan yollarla AB’ye girmişlerdir. Bu kişilere yiyecek, su ve barınak sağlanması bazı AB üye devletlerinin kaynaklarını zor durumda bırakan büyük bir yük oluşturmaktadır. Bu, özellikle mülteci ve göçmenlerin büyük çoğunluğunun AB’ye giriş yaptığı Yunanistan ve İtalya’da bilinen bir durumdur. Bu insanların birçoğunun asıl gitmek istediği yerler ise Almanya veya İsveç gibi diğer AB üye devletleridir.
Problem-Çözücü Bir Topluluk Olarak AB
AB için “ideal tip” kategorileri üzerinden açıklanmış olan topluluk türleri ekonomik, kültürel ve siyasi olmak üzere üç farklı modeli ve bunlara karşılık gelen rasyonalite gerçeklerine dayanmaktadır. Bunlardan ilki, araçsal ve sonuç odaklı rasyonalite temelinde gerçekleşen ve üyelerin ortak sorunlarını çözüme yönelik, işlevsel bir gruba indirgenmiş olan AB modelidir. Buna göre AB, ulus-üstü değil, hükümetler arası bir yönetim aracılığıyla üye devletlerin yararına hizmet edecek olan bir topluluktur. Bunun sonucunda Avrupa bütünleşmesi yolundaki AB politikaları, Üye Devletlerin bunlardan sağlayacağı faydanın alternatif yerel çözüm ve politikaların getirisinden daha fazla olacağı algısına koşul olarak benimsenecektir. Bu bağlamdan ziyade ekonomik ortaklığa odaklanan bütünleşme süreci, dış politika ve güvenlik gibi devletlerin egemenlik hakları açısından “hassas” kabul edilen alanlarda ise ancak Üye Devletlerin çıkarlarını tehdit eden ortak kriz durumlarının üstesinden gelmek amacıyla gerçekleşebilecektir.
Normatif Bir Güç Olarak AB, Mülteci Sorunu Konusunda Ne Yapmalı?
Bir normatif güç olarak Avrupa Birliği öncelikli olarak sınırların daha iyi korunması üzerine düzenlenen politikalarını bir kenara bırakıp, yasal göçü kolaylaştırmalıdır. Mülteciler için güvenli ulaşım olanağı ve daha kolay vize verilmesi sağlanmalıdır. Dublin II yönetmeliğinden feragat edilerek, mültecilerin farklı ülkelere de yerleşebilmeleri sağlanmalıdır. Bu durum Güney Avrupa ülkelerinin üzerindeki yükü de azaltacaktır. Avrupa Birliği ülkeleri kabul edebilecekleri mülteci sayısını fazlalaştırarak yeni sınırlar belirlemelidirler. Ek olarak 2014’te bitirilen Mare Nostrum arama kurtarma faaliyetlerine öncelik verilmeli ve Ege Denizi’ndeki can kayıpları azaltılmaya çalışılmalıdır. Güney Avrupa ülkelerinde mültecileri bekleyen olumsuz şartlar iyileştirilmeli ve insan hakları öne çıkarılmalıdır. Bu konuda özellikle Yunanistan’daki mülteciler için yetersiz koşulların iyileştirilmesi önem taşımaktadır. Özellikle Müslümanlara karşı benimsenen ayrımcılık yanlısı yaklaşımlar son bulmalıdır. Uzun vadede özellikle Suriye krizinde sorun çözücü politikalar üretilmeli ve AB ülkeleri bu politikaların yanında yer almalıdır. Son olarak yaşlanan Avrupa Birliği’ne göç edecek mültecilerin aynı zamanda birliğe işgücü olarak yeni bir ekonomik gelecek vaat ettiği unutulmamalıdır.
Mülteci Krizinde Türkiye’nin Rolü
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin açıkladığı verilere göre, 2014 yılında en fazla Suriyeli mülteciyi kabul eden ülke 1.6 milyonla Türkiye’dir. Ancak 2015 yılı itibariyle bu sayının 2 milyona yaklaştığı tahmin ediliyor. Bu sıralamada Türkiye’yi, Pakistan ve Lübnan takip ediyor. Türkiye, mültecilere bugüne kadar 7. 5 milyar dolar harcamış durumda. Avrupa Birliği açısından bakılırsa ,AB’nin mülteciler konusunda kendisi dışında başka bir ev sahibi arayışı içerisinde olduğu bilinmektedir. Bu sebeple Brüksel, yasa dışı yollarla Avrupa’ya geçen mültecilerin Türkiye’ye geri gönderilmesini talep etmektedir. Bugünkü durumda AB ve Türkiye arasında 16 Aralık 2013’te imzalanan bir geri kabul anlaşması bulunuyor. Bu anlaşma gereğince, yasa dışı yollarla Türkiye üzerinden AB’ye geçen göçmenlerin Türkiye’ye geri gönderilmesi söz konusu olacaktır. Almanya, özellikle Angela Merkel’in 18 Ekim 2015 tarihli İstanbul ziyaretiyle, bu anlaşmanın yürürlüğe girme tarihinin hızlandırılmasını talep etmiştir. Böylece Berlin, Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin AB’ye geçişlerinin önünün kesilmesini istiyor. AB’deki artan yaşlı nüfus ve düşük doğurganlık oranı, genç ve nitelikli yabancı göçmenlerin yeni işgücü ihtiyacı olmasını gerektirmektedir.
Avrupa’nın genç çalışan nüfusa olan ihtiyacı yeni göçmen politikalarını gerektirecektir. Sahil güvenlik güçlerinin kapasitesinin arttırılması, insan tacirleriyle mücadeleye öncelik verilmesi, Frontex ile koordinasyon, Yunanistan ve Bulgaristan ile sınır güvenliğinin arttırılması ise AB’nin Türkiye’den diğer taleplerini oluşturmaktadır. Burada bir diğer önemli mesele ise, Türkiye’nin güvenli ülke pozisyonu kazanmasıdır. AB hukukuna göre, üye ülkelerin göçmenleri geri göndermesi ancak insan hakları konusunda güvenli sayılabilecek bir ülkeye geri iadesiyle mümkündür. Yani göçmenlerin geri gönderileceği ülkenin güvenli ülke pozisyonunda olması gerekiyor. Bu uygulamayla beraber, AB’ye geçmeye çalışan göçmen sayısında büyük bir düşüş olması beklenmektedir. Bu durum, Ege Denizi’ndeki can kayıplarının ve insan tacirlerinin de azalmasına neden olacaktır. Eğer Türkiye bu pozisyonu elde ederse Türkiye’nin AB’ye üyelik müzakerelerinde ilerleme kaydedileceği tahmin ediliyor. Buna ek olarak, güvenli ülke statüsüyle beraber AB ile daha yoğun bir iş birliğinin de önü açılıyor.
Mülteci politikası, kuşkusuz, ülkelerin bulundukları coğrafi konuma ve karşı karşıya oldukları somut gerçeklere göre zaman içerisinde değişiklikler göstermektedir. Ancak bu değişim AB ve Türkiye açısından OrtaDoğu’daki iç savaşlara bağlı olarak son yıllarda artmıştır. AB üyelik sürecinde Türkiye’nin mülteci politikasının AB mülteci politikasına benzerlik gösterdiği söylenebilir. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin uyguladığı mülteci politikalarının coğrafi çekince ile sınırlandırılması beklenmesine rağmen, tarih boyunca çok sayıda farklı kültüre, farklı dinlere ve farklı ırklardan göçmenlere, sığınmacılara ve mültecilere kapısını açtığı görülmektedir.
Şengül İnce