ABD İç Siyaseti, Seçim Sistemi, Tarihi Süreci Ve Olası Senaryoların İç/Dış Politika Etkileri
Son zamanlarda ABD seçimleri tüm dünyanın gündemine oturmuş durumda. ABD’nin bir süper güç olması, dış politika aksiyonları ile hemen hemen her kıtada gerek askeri, gerek ekonomik gerek ise yumuşak güç (soft power) unsurları ile var olması, iç hukuk kararlarını uluslararası hukuk alanında emsal niteliğinde görmesi gibi nedenler ile bu seçimler ve olası sonuçları ABD iç politikası kadar uluslararası ilişkileri, devletlerin dış politikadaki karar alma süreçlerini ve global aktörlerin uluslararası düzendeki aksiyonlarını da derinden etkiliyor ve dünya, ABD seçimlerini en az Amerikan seçmeni kadar yakından takip ediyor. Güncel gidişatı, partilerin programlarını ve adayların söylemlerini analiz edebilmemiz/anlayabilmemiz için öncelikle ABD’nin seçim sistemini, parti ideolojilerini ve parti tabanları ile seçmenlerinin geçmişten günümüze geçirdiği demografik değişimleri bilmemiz gerekiyor.
Öncelikle, ABD’deki seçim sistemi dünyanın geri kalanındaki çoğu ülkeye ve özellikle de Türkiye’ye göre oldukça farklı ve uzak. ABD başkanını Amerikan seçmeni değil, “Seçiciler Kurulu” veya “Delegeler Kurulu” olarak da dilimize çevrilen “Electoral College” seçer. 1783’te Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın sonuçlanmasıyla yeni bir anayasa hazırlanmasına karar verilmesinin ardından ABD’nin kurucularından olan ve daha sonra ABD’nin 4. Başkanı olarak seçilecek James Madison’ın yazdığı 39 no.lu Federalist Yazılar’da bir kısmı eyalet sayısına, bir kısmı da nüfus oranına dayanan karma bir seçim sistemi önerilerek bugünkü Seçiciler Kurulu sisteminin temelleri atılır. ABD’de halen 200 yılı geçkin tarihe sahip olan bu çift aşamalı seçim sistemi kullanılır. Sandığa giden Amerikan seçmeni başkanlarını değil, başkanlarını seçecek olan Seçiciler Kurulu’na kendi eyaletlerinin göndereceği delegeleri(elektörleri) seçer. Ardından bu delegeler de ABD Başkanı’nı ve ABD Başkan Yardımcısı’nı seçer. Seçiciler Kurulu’nda başkan ve başkan yardımcısını seçmek için oy kullanacak toplam 538 delege bulunur. Her eyaletin Seçiciler Kurulu’na göndereceği delege sayısı, o eyaletin nüfusuna oranla belirlenir. En fazla delegeye sahip olan eyaletler sırasıyla, Kaliforniya (55), Teksas (38), New York (29), Florida (29), Illinois (20) ve Pennsylvania (20)’ dır. Maine ve Nebraska hariç herhangi bir eyalette birinci çıkan aday, o eyaletin tüm delegelerine sahip olur. Burada eyalette çıkan 2. Partinin veya bu partinin aldığı oy oranının bir önemi yoktur. Örneğin Türkiye Cumhuriyetinde bir parti %20 oranında oy alırsa yine %20’lik bir temsil hakkına sahip olur ancak bir ABD eyaletinde adaylardan biri, o eyalette 1 oy farkla dahi birinci çıkarsa, o eyaletin tüm delegelerine sahip olur ve ikinci çıkan adayın herhangi bir kazanımı olmaz (winner takes all). Maine ve Nebraska ise bu durumun tek istisnalarıdır. Bu eyaletlerdeki delegeler, adayların aldığı oy oranlarına göre paylaştırılır. Başkan olabilmek için, adayların kazandığı eyaletlerin Seçiciler Kurulu’na gönderdiği delege sayısının toplamda en az 270 olması gerekir, yani toplam 538 delegenin en az 270’ini kazanan başkan adayı Seçiciler Kurulu’ndaki delege sayısında rakibine üstünlük sağlamış olur ve bu delegelerin kullanacağı oylarla başkan seçilir. Yani başkan olmak için diğer birçok ülkedeki ve bizdeki gibi oy çoğunluğuna sahip olmak değil, başkanı seçecek olan Seçiciler Kurulu’nda rakibinden daha fazla delegeye sahip olmak gereklidir.
Tam da bu sebeple, tarihte ülke genelinde oy çokluğuna sahip olan ve rakibinden daha çok oy almış olan adayların başkan seçil(e)mediği durumlar oldu. Bunun en son örneği 2016’da gerçekleşti. Demokrat Parti başkan adayı Hillary Clinton, ülke genelinde Cumhuriyetçi Parti başkan adayı olan Donald Trump’tan 3 milyon oy fazla almasına rağmen delege sayısında üstünlük sağlayamadığından dolayı seçilemedi. Donald Trump daha az oy almasına karşın, kazanılan eyaletlerdeki delege sayıları toplamında üstünlük sağladığı için ABD’nin 45. Başkanı olarak seçildi. Bugün ise bu sistem bazı tartışmalara sebebiyet vermiyor değil. Bu sistemin demokrasiye ve temsiliyet meşruiyetine aykırı olduğunu belirterek reform gerektiğini söyleyenler ile bu sistemin ABD demokrasisinin ve federal yapısının temellerinden olduğunu belirterek istikrar sağladığını düşünenlerin arasındaki politik tartışma uzun yıllardır devam etmektedir.
ABD seçim sistemi ve iç politika esasları ile ilgili bir diğer konu da seçim yarışındaki siyasi partiler, ideolojiler ve geçmişten günümüze değişen seçmen demografisidir. Seçim yarışındaki partileri ve ideolojileri incelendiğinde ülkemizin genelinde ABD siyasetinde yalnızca iki parti olduğu veya seçime yalnızca iki partinin girdiği gibi yanlış bir algı söz konusu. Evet ABD’nin iç politikasında aktörler ağırlıklı olarak Demokrat Parti (liberaller, ilericiler) ve Cumhuriyetçi Parti (Muhafazakar gelenekçiler, Evanjelistler) etrafında toplanmış, ABD siyasetine yön veren bu büyük iki kutup, iki ayrı cephe oluşturmuştur. Ancak seçime giren bağımsız adaylar ve Liberteryen Parti ile Yeşil Parti gibi 3. Partiler de söz konusu ve bunlar zaman zaman bazı eyaletlerin seçim sonuçlarında Demokrat veya Cumhuriyetçi seçmenlerden aldıkları oylar ile belirleyici olabiliyorlar. ABD’nin seçim sürecini ve partilerin seçim programlarını, adayların söylemleri ile mevcut seçimdeki güncel gelişmeleri ve aksiyonları daha rasyonel şekilde anlamlandırabilmek için bu iki büyük siyasi kutbun, Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin, seçmen kimliğini ve parti ideolojilerini tarihsel değişim ve gelişimi ile bilmemiz gerek.
Demokrat Parti günümüzde liberal, sosyal ve ilerici bir siyasetin destekçisidir. Franklin D. Roosevelt’ten itibaren parti liberal sol bir çizgiye oturmuş ve siyasi söylemlerine bu doğrultuda yön vermiştir. Azınlık hakları ve sjw (social justice warrior) çizgisinde bir siyaset izler ve seçmen demografisini genelde African-American (Afro-Amerikan, siyahi Amerikalılar), Yahudiler, Katolikler, veganlar, kadınlar, LGBTİQ+ mensupları, kadın hakları savunucuları, çevre aktivistleri, göçmenler, Z kuşağı, kentliler ve kentlerdeki mavi/beyaz yakalı eğitimli beyazlar oluşturur. Parti siyaseti işçinin yanında yer alır ve Cumhuriyetçi Parti’nin siyasi söyleminin en temelinde yer alan fikirlerden biri olan kürtaj hakkı kısıtlamasına kesin olarak karşı çıkar. Küreselci, özgürlükçü ve bireyselcidir. ABD tarihinin ilk Afro-Amerikan, siyahi başkanı Barack Obama Demokrat Partilidir. Başkan aday adayı olan ilk siyahi kadın 1972’de Demokrat Partiden aday olan Shirley Anita Chisholm, ABD senatosunda görev yapan ilk siyahi kadın Carol Moseley Braun, California Başsavcılığı görevine getirilen ilk siyahi, ilk kadın ve ilk siyahi kadın olan Kamala Harris Demokrat Partili’dir.
Cumhuriyetçi Parti ise günümüzde muhafazakar, sağ, kutuplaşmacı ve gelenekçi bir siyasi yönelim içindedir. Seçmen kitlesini daha çok Evanjelistler, yaşlılar, güney kesimindeki eğitimsiz beyazlar ile güneyli tarım işçileri ve çiftçiler oluşturur. Siyasi söylemlerinin temeli kürtaj hakları karşıtlığına dayanır. Demokrat Parti seçmeni günümüzde kuzeyli, kentli ve liberal kesim arasında yaygın iken Cumhuriyetçiler güneyde eğitimsiz beyazlar ve yaşlılar arasında kendilerine yer bulmuşlardır. Ancak bu durum her zaman böyle değildi, çok uzun süre Demokratlar güneylilerin, Cumhuriyetçiler ise kuzeylilerin partisi olarak anılmakta ve bilinmekteydi. Tarihsel süreçte seçmen demografisi ve kimliği gerek ideolojik sapmalar, gerek söylem değişikleri gerekse de iç ve dış politikada alınan aksiyonlar, verilen reaksiyonlar ve yaşanılan gelişmeler ile oldukça değişti. Demokrat Parti 1828’de kurulmuş, köleliğin yaygınlaşması ve iç savaş sırasında da Güneyli Demokratlar (kölelik destekçileri) ve Kuzeyli Demokratlar (kölelik karşıtları) olarak iki ayrı parçaya ayrılmıştır. Cumhuriyetçi Parti ise tam bu kaos esnasında güneye ve köleliğin yayılmasına karşı olarak kurulmuş, Cumhuriyetçi Parti adayı Abraham Lincoln başkan seçilmiş ve ardından Güneyli 11 eyaletin ABD’den bağımsızlığını ilan etmesiyle Amerikan İç Savaşı başlamıştır. Abraham Lincoln liderliğinde Kuzeyliler savaşı kazanıp, Güneyi işgal ederek ve köleliği kaldırarak siyahi seçmeni kazanmayı başarsa da Güneyliler, Kuzeyin baskısını derinden hissediyordu. Bunda savaştan sonra Güneyin uğradığı ekonomik yıkımın etkisi çok büyüktür. Bu sebeple tarih boyunca Cumhuriyetçiler Güneyde sevilmedi, Kuzeyin partisi olarak kaldılar ve Demokratlar Güneylilerin ve özellikle baskı dönemini kullanarak Güneyli beyazların oylarını almayı başardılar. Ancak Franklin D. Roosevelt’in seçilmesi ve sosyal reformları hayata geçirmesi ile birlikte Demokrat Parti sosyal-demokrat, liberal ve sol bir kimlik kazanarak Kuzeydeki kentlerde kendine yer bulmaya başladı ve azınlıkların, siyahilerin oylarını alarak yavaş yavaş Güneydeki desteğini kaybetti. Cumhuriyetçiler ise muhafazakar bir konuma kayarak kendilerine Güneydeki tarım işçileri ile eğitimsiz beyazlar arasında yer bulmaya başladılar.
ABD’nin seçim sistemini, parti ideolojilerini ve parti tabanları ile seçmenlerinin geçmişten günümüze geçirdiği demografik değişimlerini inceledikten sonra artık güncel gidişatı, partilerin programlarını ve adayların söylemlerini analiz edebilir/anlayabiliriz. 2020 ABD için önemli bir seçim yılı. Cumhuriyetçilerin aday seçimi 2016’da Demokrat aday Hillary Clinton’a karşı kazanmış olan mevcut ABD başkanı ve ünlü iş adamı Donald Trump. Demokratların adayı ise eski Delaware Senatörü, ABD eski başkanı Barack Obama’nın yardımcılığını yapmış olan Joseph Robinette “Joe” Biden Jr.
İki aday da aslında kendi partilerinin siyasi duruşlarından çok da farklı olmayan söylemlerde bulundular. Cumhuriyetçi parti adayı Donald Trump yine siyasi söylemini kürtaj karşıtlığı ve daha sert bir dış politika söylemi üzerinden oluşturarak Evanjelist’lerin ve eğitimsiz beyaz kesimin oylarını alma üzerine bir siyaset izledi. Biden ise yine parti politikası dışına çok çıkmayan bir tutum izledi ve siyahi bir kadın olan başkan yardımcısı Kamala Harris sayesinde de azınlıklar ile tutarlı bir ilişki kurarak siyasi söylemini genelde Trump karşıtlığı ve daha yumuşak, liberal bir dış politika çizgisinde konumlandırdı. Donald Trump’ın posta ile kullanılan oyların hileli olacağı söylemi ve seçim öncesi yaptığı Yüksek Mahkeme(Supreme Court) ataması gibi sebepler bu seçimi ABD tarihinde meşruiyeti ilk defa bu kadar çok tartışılan seçim haline getirdi. Mevcut seçimde Cumhuriyetçilerin daha çok fiziksel olarak sandığa gideceği, Demokratların ise posta yolu ile oy kullanacağı bilinen bir şeydi (nitekim öyle de oldu). Trump’ın posta oyları ile ilgili tutumunu buna bağlayabiliriz, çünkü ülke genelinde oy kullanma oranı arttıkça Demokrat oyların çoğalacağı seçim hakkındaki en büyük tahminlerden biri. Meşruiyet tartışmalarının önemli bir diğer sebebi ise Trump’ın seçim sonuçlarını kabul etmeyeceğini, Demokratların oy sayımında çeşitli usulsüzlükler yapacağını ve kaybetmesi halinde seçimi Yüksek Mahkeme’ye taşıyacağına dair yaptığı açıklamaların ardından seçime kısa bir süre kalmışken teamüllere aykırı şekilde Yüksek Mahkemeye Cumhuriyetçi bir yargıç ataması oldu. Senato çoğunluğu da Cumhuriyetçi Parti’de olduğu için senato tarafından da onanan Yargıç Amy Coney Barrett yemin ederek görevine başladı. Daha önce ise 2016’da Cumhuriyetçi senatörler Demokrat Parti’den seçilen Başkan Barack Obama’nın benzer bir atama yapmasına seçim yılı olduğu dolayısıyla karşı çıkmışlardı. Seçimin Yüksek Mahkeme’ye taşınma ihtimali ve Trump’ın bunu dile getirmesinin ardından böyle bir atama yapılması seçim için ciddi manada bir meşruiyet krizi yarattı. Zaten halihazırda Trump tarafından Yüksek Mahkeme’ye atanan isimler Neil Gorsuch (2017) ve Brett Kavanaugh (2018) Yüksek Mahkeme’ye en partizan yıllarını yaşatmışlar, tartışmalı eyaletlerde partizan söylem ve davranışlarda bulunmuşlar ve aynı zamanda Yüksek Mahkeme’yi tarihte ilk defa günlük siyaset ile aşırı ilgili hale getirmişlerdi. Seçimin Yüksek Mahkeme’ye gitme ihtimali ise tüm bu sebepler ile ABD için temsil meşruiyeti problemini ortaya çıkarmıştır. Bunun en son örneği 2000 yılındaki Cumhuriyetçi aday George W. Bush ile Demokrat aday Albert Arnold Gore Jr. Arasındaki seçimde yaşanmış ve Yüksek Mahkeme Florida’daki tekrar sayımını durdurarak kazananın Bush olduğunu ilan etmiştir. Bu karar sebebi ile George W. Bush ABD’nin 43. Başkanı olmuştur.
Mevcut seçimlere etki edecek en büyük olaylardan biri de tabii ki Covid-19 virüsü ve son zamanlara damgasını vuran, siyahi bir vatandaş olan George Floyd’un öldürülmesinin ardından başlayan “Black Lives Matters” hareketi. Covid-19 ile birlikte ABD’de 225.000’i aşkın bir can kaybı yaşandı ve ABD ciddi ekonomi ciddi bir çalkantıya girdi. Ekonomik çalkantı, genelde oy kullanma oranının az olduğu banliyölerde yaşayan orta sınıf beyaz vatandaşı sandığa gitmeye ve oy kullanmaya itti. “Black Lives Matters” hareketi ise ABD’de tekrar bir ırk meselesini gündeme getirdi ve milyonlarca siyahi seçmenin Trump karşıtı oy kullanmak için sırada beklerken çekilmiş fotoğraflarına şahit olduk. Bu iki ciddi mesele, ABD’ de bir seçmen konsolidasyonu oluşturarak, seçimlere belli bir hareket, ivme kazandırdı.
Güncel gidişatı, partilerin programlarını ve adayların söylemlerini analiz edip, inceledik. Ancak bu seçimlerin olası sonuçları da ABD açısından iç ve dış politikada olası bazı senaryolara gebe. Öncelikle iç politikaya değinecek olursak, Trump’ın ve Cumhuriyetçilerin bir 4 senelik görev süresi için daha seçilmesi (one-term olarak kalmaması) durumunda Trump’ın arkasında bir miras (legacy) bırakması açısından önemli bir fırsatı olacak ancak bu durum iç politikadaki kutuplaşmayı da arttıracaktır. Sağlık sisteminde özel sektöre yakın adımlar atılacak ve yargıda kürtaj hakkının yasaklanması çok ciddi şekilde gündeme gelecektir. Evanjelist’lerin isteklerinin Anayasa Mahkemesi’ne getirilmesi, göçmen ve azınlık karşıtlığı ve liberal kurumların üzerindeki baskının arttırılması gibi daha kutuplaştırıcı bir siyaset ve durum ortaya çıkacaktır. Dış politikada ise yine kutuplaştırıcı siyasetin devam ettiği, NATO ve Çin ile olan gergin ilişkilerin sürdüğü, ancak Rusya ile olan ilişkilerde ve Orta Doğu siyasetinde ise daha sakin, daha yumuşak bir dış politika süreci bizleri bekliyor olacak.
Biden ile birlikte Demokratların kazanması durumunda ise ABD iç ve dış politikasında bir restorasyon süreci başlayacak. Trump öncesine dönüş denenecek ve kutuplaşma azaltılmaya çalışılacak, azınlık hakları konusunda önemli adımlar atılacaktır. Biden’ın kazanması iç politikada liberal kurumlar ve demokrasi için bir oksijen niteliğinde olabilir. Dış politikada ise NATO ile barışık, Çin ile Trump dönemine kıyasla daha normal fakat Rusya ile ise daha gergin bir dış politika süreci izleyecek ve liberal tutumu, küreselci kişiliği ve “bir liberal devletler ligi kuracağız oraya da önderlik edeceğiz” söylemi ile genel anlamda daha liberal, sosyal ve yumuşak bir dış politika anlayışı güdecek olan Biden mutlaka Trump’tan farkını göstermek isteyecektir. Ancak her ne kadar Çin ile daha normal bir ilişki kurulacağının sinyalleri veriliyor olsa da, ABD’nin uluslararası alanda üstleneceği liberal tutum nedeniyle Çin üzerinde İnsan Hakları bağlamında bir baskı oluşturmaları da söz konusu.
Olası sonuçların Türkiye’ye etkisi ise Biden’ın, Trump’ın aksine, Türkiye’yi dış politikada Rusya ve ABD ile olan ilişkileri bağlamında bir taraf seçmeye zorlayacağını, yine liberal tutum ile Türkiye’ye insan hakları, demokrasi ve kişisel özgürlükler kapsamında baskı kuracağını düşünüyorum. Sonuçlar ne olursa olsun bu seçimler, dünyanın ve uluslararası ilişkilerin gündeminde uzun süre yer bulacağa, konuşulacağa ve önemli tartışma konuları yaratacağa benziyor.
Zeki Talustan Gülten