Küresel İlişkiler ve İnsan Hakları – 1.Bölüm

İnsan hakları bütün bireylerin dünyaya gelmeleriyle birlikte doğrudan kazanmış oldukları haklardır. İnsan hakları konusu insanlığın ilk çağlardan bugüne tartışa geldiği önemli konulardan biridir. İlk çağlardan günümüze kadar insan haklarının farklı tanımlamaları yapıldığı görülmektedir. Her yeni çağda değişen toplumsal düzen içerisinde kişilerin ihtiyaç duydukları yeni haklar ortaya çıkmış bu nedenle insan haklarının tanımı kaçınılmaz olarak genişletilmiştir. İçinde bulunduğumuz bilişim çağının ve küresel salgının getirdikleri dikkate alındığında bizi, ilerleyen süreçlerde bekleyen yeni insan hakları tanımlamalarının olması da söz konusu olacaktır.
Özellikle sanayi devrimi sonrasında yayınlanan belgeler ulusal nitelikte kalmayıp birçok devleti etkisi altına almıştır. İnsan hakları öncelikle devletlerin kendi içlerinde yayınlamış oldukları bildirilerle hukukun bir parçası haline gelmiştir. 20. yüzyılda tüm insanlığı etkileyen dünya savaşları sonrasında, kişilerin özellikle yaşam hakları ve barış içinde yaşama haklarının ihlal edildiği ifade edilerek uluslararası boyutta anlam kazanmıştır. İnsan hakları evrensel bir boyut kazandıktan sonra sadece insan haklarını savunmak ve ihlalleri önlemek amacıyla uluslararası örgütler kurulmuştur.
Bu örgütler bütün insanlığın haklarını eşit derecede savunma fikrine hizmet etmek üzere yola çıkmışlardır. Artık insan hakları küresel ilişkilere etki edecek ve devletlerin dış politikalarını oluştururken dikkate almaları gereken önemli konulardan biri olacaktır. Uluslararası düzen, küresel ilişkiler çağında ortak kararlar ve ortak mücadeleler üzerine inşa edilmelidir.
Anahtar Kelimeler: Küresel İlişkiler, İnsan Hakları, Uluslararası Örgütler
GİRİŞ
İnsan hakları, insanın yalnızca insan olmasından dolayı sahip olduğu haklardır. Bu haklar dokunulamaz ve devredilemez haklardır. Kimse tarafından verilmediği gibi hiçbir koşulda da ihlal edilmesi söz konusu olamaz. Bütün insanları kapsadığı için evrenseldir ve yüksek ahlaki niteliğe sahiptir.[1] “İnsan hakları asırlar içinde önce düşünsel alanın daha sonra sırasıyla, anayasal belge ve bildirilerin, anayasaların ve uluslararası sözleşmelerin konusu haline gelmiştir.”[2]
İnsan hakları, din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin bütün bireylerin sahip olduğu haklardır. İnsanca, özgür, eşit olarak barış içinde yaşamak bütün insanların hakkı ve ortak arzusudur. İnsan hakları ilk çağlardan itibaren bütün insanlık için önemli konu olmuştur. Toplumsal yaşantının var olduğu ilk günden beri insan hakları önemli bir gündem olmuş, sürekli olarak tartışılmış, üzerine çalışmalar yapılmış ve hala geliştirilmeye ihtiyaç duyulan bir kavramdır. Dolayısıyla ilk insanla birlikte başlayıp günümüze uzanan bir mücadele konusu olarak değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Öyle ki bu konunun bütün sosyal bilimlerin ele aldığı en temel kavram olduğunu söylemek mümkündür.
Tarihsel sürecine bakıldığında bu mücadelelerin seyrinin her dönemde farklı şekillerde ilerlediğini söylemek mümkündür. Yöntem açısından her biri diğerinden farklı olsa da en eski çağlardan 21. yüzyıla kadar insanlığın en önemli arzusu eşitlik kavramıdır. Yazılı ilk kaynaklardan başlayıp konu üzerinde inceleme yapan, fikir beyan eden, insan hakları için mücadele eden neredeyse bütün filozoflar, sosyologlar ve hukukçular eşitliğin önemine tekrar tekrar vurgu yapmışlardır. Bu eşitlik arzusu, toplumun sınıflara bölünmesi, insanların köleleştirilmesi ile doğrudan ilgilidir. Yalnızca burjuvazi denilen ekonomik açıdan güçlü ve ön plana çıkan bireylerin, toplumsal hayata yön veren, her alanda özellikle de yönetimde söz sahibi olmaları, aynı sınırlar içerisinde yaşayan diğer bireyleri rahatsız etmiştir. Aynı devletin yurttaşları olarak bir sosyal sınıfın sahip olduğu hakları bütün bireyler için talep etmişler ve herhangi bir ayrım gözetilmeksizin eşit haklara sahip olmak istemişlerdir. Üstelik bu açıdan değerlendirildiğinde eşitlik ve özgürlük savaşı veren toplumların, sınıfların ve bazen bireysel mücadelenin ne kadar haklı olduğu anlaşılacaktır.
İnsan hakları konusunda mücadelenin günümüzde de devam etmesi bu mücadelenin zamanla veya mekanla sınırlı olmadığını, insanlık var oldukça en önemli konulardan birisi olarak kalacağını açıkça göstermektedir. Bugün hala en önemli savaşımızın eşitlik kavramı olması bütün bu gelişmelerden, yapılan çalışmalardan sonra istenilen düzeye neden gelinemediğini sorgulatıyor. Küresel ilişkilerde, uluslararası hukukta hatta devletlerin iç hukukun da bile bu konunun yeterince önem kazanamamış olmasının sebepleri neler olabilir?
Devletlerin egemenliği küresel ilişkiler açısından oldukça önemliyken bireylerin hakları veya yapılan hak ihlalleri neden görmezden geliniyor? Yapılan hak ihlallerine günümüzde hala geçerli sebepler öne sürülüyor olması Evrensel İnsan Hakları Bildirgesiyle çelişmektedir. Çünkü bildirgenin otuzuncu maddesinde bu durum açıkça ifade edilmiştir.
“Bu bildirgenin hiçbir kuralı, herhangi bir devlet, topluluk veya kişiye, burada açıklanan hak ve özgürlüklerden herhangi birinin yok edilmesini amaçlayan bir girişimde veya eylemde bulunma hakkını verir biçimde yorumlanamaz.”[3]
İnsan hakları konusu küresel ilişkiler çağının en önemli ve en çok konuşulan gündemidir. Uluslararası düzenin oluşturulmasında ve küresel ilişkilere yön verme konusunda bazı güçlü devletlerin ön planda oldukları açıkça görülmektedir. Büyük güç olarak adlandırdığımız bu devletler ekonomik, teknolojik ve askeri üstünlüğe sahip devletlerdir. Bu devletlerin insan hakları konusunda da öncelikli söz sahibi olmaları açısından, konuya bakış açıları ve yaptıkları çalışmalar büyük öneme sahiptir. Uluslararası örgütlerin kurulmasında öncülük etmişler ve oluşturulan insan hakları komisyonlarının etkin çalışmasını sağlama çabası içinde olmuşlardır. Bu olumlu gelişmelerle adlarının zikredilmesinin aksine eleştiriye maruz kaldıkları eylemleri de söz konusudur. Mesela bu başat aktörlerin sahip oldukları gücü elde ederken ya da başka bölgeler üzerindeki hakimiyet kurma çabalarını sürdürürken insan hakları konusunda ne kadar dikkatli oldukları da üzerinde düşünülmesi gereken önemli sorulardan birisidir.
Ulus üstü olarak tanımladığımız amaçları, çalışmaları, ilkeleri sınırları aşan ve bütün küreyi tek bir bütün olarak ele aldıkları düşünülen uluslararası kuruluşların insan hakları konusunda yaptıkları çalışmalar, sundukları raporlar ne kadar güvenilir? Ya da bu raporlar küresel ilişkiler açısından bakıldığında ne kadar etkin rol üstleniyor?
İnsan Haklarının Tanımı
İnsan haklarının tam anlamıyla bir tanımı yapılamamış olsa da doğuştan edindiğimiz, kimse tarafından bize verilmeyen doğal haklar olarak ifade etmek mümkündür. Tanımın belirgin bir çerçevesinin oluşmaması kavramın olumsuz bir yönüymüş gibi görünse de aksine gelişime ve değişime açık olduğunun ve çağa ayak uydurma konusunda daha iyiye doğru yol alınabileceğinin göstergesidir.
İnsan kavramının günümüzdeki içeriğine kavuşmasında, insanın doğuştan gelen bazı haklarını araması ve bunları zaman içerisinde toplumsal gerçeklik içinde kazanmasının önemli işlevleri bulunmaktadır. Her dönemin değişen koşullarında insan kendi kişiliğini bulmaya ve benliğini toplumsal gerçeklik içinde kanıtlamaya çaba göstermiştir.[4]
İnsan hakları kavramı; doğal haklar, dinin insanlara biçtiği değerler ya da içinde yaşanılan toplumun normlarına göre şekillenmiştir. Literatürde birçok farklı tanımı olduğunu görmek mümkündür. Bütün sosyal bilimler kendilerine has çizdikleri çerçevede insan hakları kavramına farklı anlamlar yükler ve farklı tanımlamalar yaparlar. Hepsinin ele aldığı ortak konular vardır. Bunlar; yaşama hakkı, özgürlük, ifade hürriyeti ve eşitlik kavramlarıdır. Yaşama hakkı, özgürlük ve ifade hürriyetinin temel haklardan olduğu savunulur.
Temel haklar kişiye özgü haklar olmakla birlikte yasalarla güvence altına alınarak korunması gereken haklardır. Bu da konuyu hukuki bir çerçeveye taşıyarak bireylerin haklarını güvence altına alma sorumluluğunu devletin mekanizmalarına yüklemiştir. Ulusal alanda insan haklarının korunması öncelikli olarak büyük önem arz etmektedir. Çünkü uluslararası hukukta bireylerin, haklarını aramak için önce yaşadığı ulusal sınırlar içinde geçerli prosedürleri uygulamaları gerekmektedir. Kaldı ki bu uluslararası mekanizmalar yaptırımlar konusunda zayıf kaldığı için insan haklarını korumak, yurttaşlarını ihlallere karşı güvence altına almak öncelikle devletlerin sorumluluğu altındadır.
Yukarıdaki paragrafta da belirtildiği gibi devletlerin yurttaşlarına karşı sorumlu oldukları en önemli konu bütün bireylerin eşit derecede haklarını güvence altına almaktır. İnsan hakları hukuki açıdan devletin egemenliğini sınırlandırarak bireyleri söz sahibi yapmıştır. “İnsan hakları düşüncesinin temelinde devlet iktidarının sınırlandırılması vardır.”[5]Yurttaşların çıkarları devletlerin çıkarlarından üstün tutulmalıdır. Ve bütün yönetim süreçleri; devletlerin kendi iç politikaları ve dış politika oluşturma süreçleri hatta uluslararası düzen de dahil olmak üzere insan merkezli olmalı, insan hakları ihlaline yer bırakmamalıdır.
Tanrı tarafından insana verildiği kabul edilen ve doğal haklar olduğu savunulan insan haklarının, devletler var olmadan önce de insanlara ait olan haklar olduğu kabul edilir. Hobbes, Kant, Locke ve Rousseau bu hakları doğal haklar olarak tanımlar. Bu sebeple de devletlerin insan haklarında herhangi bir şekilde söz sahibi olmaları kabul edilebilir bir konu değildir. Doğal haklar olarak adlandırıldığı için dokunulmazlığı da ön plandadır. Devletler yurttaşlarına bu hakları vermezler lakin bu hakları hukuki açıdan tanımlı hale getirerek bireyleri güvence altına alırlar. Pozitivist hak anlayışına göre kişilerin haklarını korunması yönünde taleplerde bulunabilmeleri için hukuki bir tanım yapılmış olması şarttır.
Günümüzde insan hakları mücadelesinin sonuçları olarak ortaya çıkan belgeler, bildiriler ve anayasalar hem insan haklarının hukuki tanımını yapmış hem de onun gelişimine katkıda bulunmuşlardır. İnsan hakları alanında bazı sınıflandırmalar yapılarak bir çerçeve oluşturulmuştur. Bu yenilikler hem toplumun hem de bireylerin zaman içinde değişen ve gelişen ihtiyaçları doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Devletlerin de bu haklar doğrultusunda bir dönüşüm geçirerek yeni sorumluluklar aldıklarını söylemek mümkündür.
Birinci kuşak haklar olarak adlandırılan kişisel ve siyasal haklar; her bireyin yaşama hakkını, yasal eşitliği, kişi güvenliğini, mülkiyet hakkını, düşünce ve inanç özgürlüğünü ve yönetimde söz sahibi olma hakkını temsil etmektedir. Bunlar 17. ve 18. yüzyılda yaşanan gelişmelerin sonucu olarak belirlenen ilkelerdir. Bu haklar, insanoğlunun bir toplum içinde yaşamaya başladığı ilk andan itibaren savunmuş olduğu öncelikli haklardır. Doğal haklar olarak da ifade edilir. İkinci kuşak haklar olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklar ise 19. yüzyılın ikinci yarısı itibariyle sosyalist akımların etkisiyle ortaya çıkmıştır. Bu haklar bireyin eğitim hakkı, çalışma hakkı, sosyal güvence hakkı ve kültürel yaşama katılma hakkı gibi haklardır. Bireyin varlığını anlamlandırması ve birinci kuşak haklarını tam ve özgür olarak kullanabilmesi için gerekli olduğu savunulmuştur. Kişiler bu hakları devletten talep eder. Birinci kuşak haklar demokratik devlet anlayışını, ikinci kuşak haklar ise sosyal devlet anlayışını ortaya çıkarmıştır.[6]
Elife Zehra YILDIRIM
[1] http://www.tmmob.org.tr/etkinlik/tmmob-demokrasi-kurultayi-1998/insan-haklari (07.02.2021)
[2] Betül Çatal, “İnsan Haklarının Korunmasında Ulusal, Bölgesel ve Uluslararası Mekanizmalar”, Selçuk Üniversitesi Adalet Meslek Yüksekokulu Dergisi, Cilt 1, No. 1, 2018, s. 71.
[3] Cihan Daban, Küresel İlişkiler Çağında İnsan Haklarının Önemi ve Tarihsel Gelişimi, Avrasya Sosyal ve Ekonomik Araştırmaları Dergisi, Cilt 6, No.3, 2019, s. 176.
[4]Anıl Çeçen, İnsan Hakları, Ankara: Gündoğan Yayınları, 1995, s. 10.
[5] Deniz K. Özer, “İnsan Haklarının Uluslararası Düzeyde Korunması”, Evren Balta (Ed.), Küresel Siyasete Giriş: Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, İstanbul: İletişim, 2018, s. 351.
[6] Mehmet Cem Kenger, “İnsan Hakları ve Tarihsel Gelişimi” 01 Mayıs 2014. http://www.kirklarelibarosu.org.tr/Print.aspx?ID=25252 (07.02.2021)