Küresel İlişkiler ve İnsan Hakları – 4.Bölüm

Küresel İlişkiler Çağı, 21.yy. ve İnsan Hakları
1980’lerin ortasından itibaren disiplinin gündemi eskiye oranla çok değişmiş ve epistemik anlamda yeni açılımlarla disiplin zenginleşmiştir. Artık daha önceden üzerinde yeterince durulmayan ekolojik sorunlar, insan hakları, etik, kimlik ve kültürel faktörler, toplumsal cinsiyet, göç, dil, bilgi ve iktidar ilişkileri vs. gibi konu başlıkları büyük bir ilgi görmeye ve her biri özgün bir teori olmasa bile bir bakış açısı olarak disiplindeki yerlerini almaya başlamıştır.[1]
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte bir değişime uğrayan uluslararası düzende küresel sorunlar kendine daha çok yer bulmuştur. Sorunların sınırları aşarak küresel boyutlara ulaşmasının sonucunda, bu sorunlarla başa çıkma konusunda da uluslararası ilişkilerde iş birliği ön plana çıkmıştır. Küresel anlamda bir iş birliğinden bahsederken bölgesel kuruluşları ve çalışmaları da ele almak gerekmektedir. Bölgesel çalışmalar evrensel düzeydeki bu çalışmalardan esinlenerek ortaya çıkmış olmalarının yanı sıra kurulduktan sonraki süreçte de yürüttükleri çalışmalarla onlara destek sağlamaktadırlar. İnsan hakları mücadelesinde elbette tek başına BM bütün insanlığı kapsayacak bir çalışmayı yürütmekte eksik kalacaktır. Onu destekleyen bölgesel hatta ulusal kuruluşların varlığı da küresel bir iş birliğinin temel basamaklarıdır.
İşin akıllarda soru bırakan tarafı ise Soğuk Savaş yılları boyunca Sovyet Rusya ile karşı karşıya gelmeyi göze alamayan ama ona karşı olan ve bunun alt yapısını da insan hakları konusu üzerinden temellendiren Batılı devletlerin silahlanma yarışında ilk sıralarda yer almış olmalarıdır. Özellikle ABD’nin bu süreçte baskıcı devletlerle yaptığı iş birliği de unutulmamalıdır. Yine Batılı devletlerden biri olan Fransa’nın Afrika’daki eskiden kendine ait sömürge bölgesi olan yerlerdeki baskıcı, otoriter rejimleri desteklemesi ve Cezayir Savaşı sırasında açıkça yasaklanmış olan işkence yöntemlerine başvurarak yapmış olduğu insan hakları ihlalleri de bu devletlerin desteklemiş olduğu uluslararası insan hakları koruma örgütleri ile ilgili güvenirlik sorunlarına sebep olmaktadır.
İnsani müdahale olarak adlandırılan lakin insani olmaktan çok uzak olan uygulamalar da kılıfına uygun insan hakları ihlallerinden başka bir şey değildir. 2001 yılı 11 Eylül saldırıları olarak bildiğimiz terörist eylem sonucunda ABD’nin terörle mücadele adı altında müdahale ettiği Afganistan’da yaşananların ne kadar insani olduğu tartışmalıdır. İnsani olan bütün eylemler yalnızca ve mutlaka insan yararına olmalıdır. Aksi takdirde insanı merkeze almayan ve onun çıkarlarını ön planda tutmayan bütün eylemler devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda yapılmış olur. Ki devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri zaman insan hakları ihlallerinin kaçınılmaz olduğu gerçeğini kabul etmek gerekmektedir.
İsrail Filistin topraklarında kendince haklı olarak verdiği mücadelede bütün dünyanın gözü önünde açıkça bir katliam yapmaktadır. Henüz yaşama hakkını bile savunamayan bireyler başka bir devlete zarar verme ihtimali ile suçlanmakta ve acımasızca katledilmektedir.[2]
Çin’in Doğu Türkistan’da uygulamış olduğu soykırım ve işkenceler kamuoyunda yeterince gündem olmamakta ve birkaç sivil toplum kuruluşunun ya da uluslararası örgütün küçük çaplı çağrıları ile haberdar olduğumuz hatta en korkuncu alışageldiğimiz bir olaydan öte geçememektedir. “Uluslararası çatışma bölgelerinden birisi olan Doğu Türkistan’da yaşayanlar, Çin Halk Cumhuriyeti’nin yönetimi altında sosyal, ekonomik ve siyasi bakımdan çeşitli sömürülere ve etnik asimilasyona maruz kalmaktadır.”[3]
Birleşmiş Milletlerin tüm bu yaşananlara sessiz kalmış olması ve açıktan bu devletlere karşı kınama bile yapmamış olması insan hakları ihlaline adeta gözlerini kapatmış olmaları dışında başka bir anlam ifade etmemektedir.
Küresel ilişkiler çağında yaşadığımız sürece hiçbir devletin diğerinden bağımsız sorunlarla mücadele etmesi ya da başa çıkabilmesi söz konusu değilken, devletlerin henüz insan haklarının evrenselliği kavramını tam olarak anlamaktan uzak eylemlerde bulunmaları da sorunları çeşitlendirmekten öteye geçememektedir.
Üstelik yaşadığımız çağ itibariyle devletlerin uygarlık seviyeleri ve uluslararası politikadaki saygınlıkları insan haklarına verdikleri öneme göre belirlenmektedir. Devletlerin imajı yurttaşlarına karşı insan hakları konusundaki sorumluluklarını ne kadar yerine getirdiklerine göre çizilmektedir. Hatta dış politika oluşturma sürecinde de her bir devletin bu konuda ne kadar dikkatli olduğu ve insanı merkeze alacak şekilde hareket edip etmedikleri gözlemlenmektedir. Bireylerin özgürlüklerinin kısıtlandığı ve insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği ülkeler gelişmişlik seviyesi açısından da olumsuz olarak değerlendirilmektedir.[4]
Resme bir bütün olarak baktığımızda BM, AİHK ve diğer uluslararası örgütleri insan haklarını koruma ve geliştirme sürecinde destekleyen ülkelerin, yapmış oldukları ihlalleri aklama çabası ile böyle bir girişimde bulunduklarını düşünmek kaçınılmaz olacaktır. Bir nevi vicdan yüklerini hafifletmek amacıyla bu kuruluşları desteklemektedirler. Hatta daha önce belirtildiği gibi eğer çıkarlar uğruna bir hak ihlali söz konusu olacaksa buna yönelik önlem alarak geçerli sebepleri sıralamaktadırlar. Çünkü geçerli sebepler öne sürerek yapılan ihlallerin yine insanlık lehine olduğunu iddia etmektedirler. Bu şekilde kendilerini destekleyen bir kamuoyu oluşturarak sorumluluktan kaçmaya çalışmaktadırlar.
Elife Zehra YILDIRIM
[1] Ann J. Tickner, Gendering World Politics: Issues and Approaches in the Post-Cold War Era, New York: Columbia University Press, 2001, s. 9–11.
[2]Nezir Akyeşilmen, “İsrail ve İşgal Edilmiş Topraklar: Güvenliğin Gölgesinde İnsan Hakları”, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, No. 25, 2011, ss.38-45.
[3] Gülnihal Altın Öztürk, “Uluslararası Çatışma Bölgeleri: Doğu Türkistan ve İnsan Hakları İhlalleri”, Barış Araştırmaları ve Çatışma Çözümleri Dergisi, Cilt 1, No. 1, 2013, s. 68.
[4] https://www.jandarma.gov.tr/insan-haklari-gelisimi-ve-jandarma (08.02.2021)