Genel

Küresel İlişkiler ve İnsan Hakları – 2.Bölüm

İnsan Haklarının Tarihsel Gelişimi

Antik çağda düşünürler insan haklarının doğal haklar olduğunu, yani doğanın koyduğu kurallar çerçevesinde bir tanımlama yapılmasını öngörmüşlerdir. İnsan hakları konusunda bilinçlenmek ve ilerlemek için bireylerin önce kendilerini tanımalarının, yeteneklerinin ve yapabileceklerinin farkında olmalarının gerekliliğini dile getirmişlerdir. Doğanın kanunlarının bütün insanlar için kapsayıcı olduğunu ve dışardan müdahalelerin bu düzeni bozduğunu iddia etmişler ve insan haklarının ihlalini bu konuyla ilişkilendirmişlerdir. Onlara göre bütün insanlar eşittir ve bu doğanın kanunudur. Fakat insanların toplumsal yaşamda oluşturdukları sınıflar sebebiyle bu eşitlik bozulmuştur.[1]

Daha sonraki yüzyıllarda ise özellikle Orta Çağ’da imparatorlukların, krallıkların yöneticilerinin halka karşı sorumlu olması fikriyle insan hakları tekrar tekrar gündeme gelmiştir. Yönetenlerin aldıkları kararların yönetilenleri büyük oranda etkilemesi hatta kaderini tayin etmesi söz konusu olduğu için kralların halka karşı sorumlu olması gerektiği savunulmuştur. Hatta yurttaşlar bizzat yönetimde söz sahibi olmak istemişler ve kralların yetkilerinin sınırlandırılmasını istemişlerdir. Bu istekler doğrultusunda 1215 yılında imzalanan Magna Carta Libertatum (Büyük Özgürlük Fermanı) kralın yetkilerini sınırlandırmış ve anayasal düzene geçişte önemli adımlardan biri olarak tarihte yerini almıştır. Yine de Magna Carta için tam anlamıyla bir insan hakları bildirisidir demek mümkün değildir. Çünkü kralın yetkilerini sınırlandıran bu ferman halkı değil derebeylerini söz sahibi yapmış ve onlara bazı haklar tanımıştır. Bu sebeplerle halk için tam anlamıyla bir eşitlik, özgürlük ve adalet bildirisidir denilememiştir. Elbette bir krallık sınırları içinde yayınlanan bu fermanın evrensel nitelikte etkilerinden söz edilemez. Fakat diğer devletlere kralların yetkisini sınırlandırmak ve kralı halka karşı sorumlu kılmak anlamında önemli bir örnek teşkil ettiğini söylemek mümkündür.[2]

İnsanoğlunun eşitliğe verdiği önem aslında kendini değerli hissetme ihtiyacından kaynaklanır. Ait olduğu toplumda herkes gibi haklara sahip olmak, yönetim gibi önemli konularda söz sahibi olma isteği, hatta ait olma hissi de bununla ilişkilendirilebilir. Bireyler uluslararası düzenin en önemli aktörü olan devletleri oluşturan hatta onlara egemenlik gücünü bahşeden aktörlerdir. Fakat devletin egemenliği o kadar ön plana çıkmıştır ki bireyler ve onların hakları bu uğurda çoğu kez hiçe sayılmıştır.

15. ve 16. yüzyıllara damgasını vuran düşünce akımı hümanizm insanı merkeze alarak onun en önemli varlık olduğuna dikkat çekmiştir. Bu yüzyıllarda bilimde ve fende ilerleme kaydeden toplumlar artık katı öğretilerden uzaklaşma mücadelesi içine girmiş ve insanoğlunun yararına olan bilimden faydalanarak gelişme ve ilerleme yolunda önemli adımlar atmaya başlamışlardır. Bilimin ışığında ilerleyen tüm bu gelişmelerin yegâne amacı insanı daha iyiye daha güzele kavuşturma çabasıdır. İnsanoğlu yaratılmış en üstün varlık olarak görülmüştür. Fakat diğer her şeyden daha değerli olan insan kendi türü arasında ele alındığında birbirleriyle eşittir ve hiçbir açıdan birinin diğerine üstünlüğü söz konusu değildir. İnsan hakları olgusu belki de ilk defa bu dönemde hak ettiği değeri görmeye başlamıştır.[3]

16. yüzyılda başlayan Reform Döneminin etkisiyle insanlar kilisenin, dinin, din adamlarının etkilerinden ve dayatmalarından kurtulmak için mücadeleler vermişlerdir. Reform Döneminde kilisenin kıskacından uzaklaşıp bir parça özgürleşen insanlık artık kendi haklarına sahip çıkmak için harcadıkları emeklerin boşa gitmediğine şahit olmuştur. Bu durum onları insan hakları mücadelesi sürecinde cesaretlendirmiştir. 16. ve 17. yüzyılda Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde başlayan bu eylemler Kuzey Avrupa’da da yayılmıştır. Başka bir ifadeyle yaşanılan toplumun sınırları içinde kalmamış, yavaş yavaş etkilerini diğer toplumlar üzerinde de göstermeye başlamıştır.[4]

18. yüzyılda Aydınlanma Çağının etkileriyle bulunan yenilikler bu bağlamda büyük etkiler göstermiştir. Matbaayla beraber yayılan fikirler bütün insanlığı etkilemeye başlamıştır. Yapılan buluşlar gelişen sanayi artık bireylerin yaşam standartlarını iyileştirmiştir.  İhtiyaç sıralamasında önde gelen fizyolojik, biyolojik ihtiyaçlarını daha iyi şartlarda gideren insanoğlu artık sosyal ve ekonomik alandaki ihtiyaçlarına yönelmiştir. Bunları; ekonomik açıdan aynı işi yapanların aynı ücreti alma isteği, bilgiye erişim hakkı, kendini ifade etme ve kendini yöneteni seçme ihtiyacı olarak sıralamak mümkündür. Rönesans ve Reform Dönemi insanı gerçek anlamda değerli kılmış ve insanca yaşama arzusunu yerine getirebilmesi için uygun ortam oluşturma konusunda içinde bulunduğu zaman sürecine göre başarılı adımlar atmıştır.

Hümanizmin de bu gelişmelere katkısı şüphesiz göz ardı edilemez. Çünkü insanlığın istediği eşitlik kavramı bu kadar geniş bir çerçevede ilk defa dile getirilmiştir. Bireyler yaşadıkları toplum içinde sosyal sınıflara ayrılamaz, hiç kimse sosyal statüden bahsedilerek küçük görülemez ve köleleştirilemez. Bu dönemde özellikle devlet içinde yaşayan bütün bireylerin yurttaş olmalarından kaynaklanan hakları olduğu savunulmuştur. Hatta yönetenlerin yönetilenlere karşı sorumlu olmalarından bahsedilmiş ve bütün bireylerin yönetimde söz sahibi olmayı hak ettiği gibi konular oldukça tartışılmıştır. Kısaca bu süreçte insan merkeze alınmış ve devletlerin hem iç hem dış politikalarını oluştururken birey odaklı düşünmeleri istenmiştir.[5]

1789 Fransız İhtilali sonucunda yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi bu konuda önemli bir aşamanın kaydedildiğinin göstergelerinden biridir.[6] Fransız İhtilalinde etkisi olan Voltaire, Montesquieu, Rousseau gibi düşünürlerin özellikle halktan gücünü alan devletin egemenliği konusu üzerinde durmuş ve bireylerin devletin ya da yönetenlerin çıkarları doğrultusunda hareket etmek zorunda olmalarına karşı çıkmışlardır. Ekonomik ve sosyal anlamda hiçbir kazancı olmadan sürekli çalışmak ve kendilerine buyurulanları yerine getirmek zorunda olan halkın içinde bulunduğu durumdan hoşnutsuz olması da şüphesiz devrimi tetikleyen sebeplerden olmuştur.

Fransız Devrimi sonucunda yayınlanan bildiride; eşitlik, özgürlük, güvenlik, mülkiyet hakkı, inanç özgürlüğü ve adil yargılanma gibi haklara değinilmiştir. Mülkiyet hakkının ve adil yargılanmanın insan hakları konusunda yazılı en eski belgelerden bu yana yer almasının da önemli sebepleri vardır. Eski çağlardan beri devam eden krallıklar, imparatorluklar bireylere mülkiyet hakkı tanımamıştır. Yönetenler, toprakların ödül yöntemiyle ya da ganimet olarak kendi istekleri doğrultusunda el değiştirmesine sebep olmuşlardır. Bu durumdan etkilenen yurttaşlar, ekip-biçip üreterek topluma ve devlete katkı sağlamaya çalıştıkları ve ailelerinin geçim kaynağı olan topraklara sahip olamadıkları gibi herhangi bir hak iddia edememişlerdir. Adil yargılanma hakkı ise yine kralın veya hükümdarın kendisince suçlu bulduğu kişileri çoğu zaman acımasızca cezalandırdığı ve bunun için herhangi bir hukuki süreç işlemediği için talep edilmiştir. Suçlu olduğu iddia edilen kişinin, kendisini savunmasına izin verilmiyor ya da iddia edilen suçun kesin olarak tarafından işlendiğine dair bir delil sunulmuyordu. Yalnızca infazlar gerçekleştiriliyordu. Bireyler artık yargılanma sürecinin oluşturulmasına ve bütün aşamaların gerektiği gibi işlemesine duyulan ihtiyacı da ayrıca dile getirmişlerdir. Adil yargılanma süreci doğrultusunda yine devlet yöneticilerinin yetkilerinin kısıtlanması söz konusu olmuş, insan hayatının değerli olduğu fikri ön plana çıkmıştır.

Fransız Devrimi insan haklarının gelişimine önemli bir katkıda bulunmuş olmakla beraber yalnızca kendi halkına özgürlük sağlamakla kalmamış aynı zamanda diğer toplumlar için de örnek teşkil etmiştir. Maddelerinde nerede yaşarsa yaşasın bütün insanların eşitliğini savunan ifadeler yer almıştır. Bu sebeple Fransa sınırlarını aşan bir mücadeleden bahsedilmektedir. Buna rağmen uluslararası alanda insan hakları konusunda tam bir bilinçlenmeden ve ortak kararlardan, ortak uygulamalardan söz etmek henüz mümkün olmamıştır. Lakin insan haklarının bu dönemdeki gelişim sürecinde devletlerin birbirinden tamamen bağımsız hareket ettikleri de söylenemez.[7]

Tüm bu gelişmeler değerlendirildiğinde 18. Yüzyılın insan hakları açısından olumsuz etkilerinin de olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Sanayileşmenin başladığı ve hızla yayıldığı bu dönemde iş gücü ihtiyacının ortaya çıkması sebebiyle kölelik sınırlarını aşmış ve Avrupa dışındaki toplumlarda da yaygınlaşmıştır. Yayınlanan bildiriler sınıf ayrımını ortadan kaldırmaya yönelik birçok madde içeriyor olsa bile bu bildirilerin yüklediği sorumlulukları yerine getirmek için yeterli ekonomik kalkınma gücüne henüz ulaşamayan devletler, kendi halkları dışında çalıştıracak ve sanayi devriminin hızına yetişmelerini sağlayacak ucuz iş gücüne ihtiyaç duymuşlardır. Bu da kölelik kavramını daha da güçlendirmiş ve yaygınlaştırmıştır. Özellikle Amerika’da bazı bölgelerde Afrikalı insanların köle olarak çalıştırılması ve neredeyse yalnızca karın tokluğuna iş gücü sağlamaları, burjuvaziler için ekonomik anlamda güç kazanma girişimlerinin önemli bir halkası olmuştur. Köle ticareti yapılması ve başka ülkelerden sanayileşmiş yerlere göç eden insan toplulukları arasındaki bu ayrımcılık son bulmaktan öte hız kazanmaya başlamıştır.[8]

Sosyal sınıflaşmaya karşı verilen savaş tamamen yok olmamakla beraber belki de aralarında derin bir uçurum olan yeni sınıflandırmalar da meydana getirmiştir denilebilir. İşte tam da bu kısımda küresel bir etkiden bahsedilebilir çünkü kölelik bu yüzyılda bütün dünyada etkili olmuş ve 19. yüzyılın ortalarına kadar da devam etmiştir. Tüm bunlardan çıkarılacak sonuçlar doğrultusunda, insan hakları konusunda yapılan çalışmaların ve yayınlanan bildirilerin sınırları aşamadığını ve evrensel bir nitelik kazanmaktan yoksun kaldığını söylemek yerinde olacaktır. Nitekim hümanizm belirli yerlerde etkinliğini göstermiş ve insanın önemini ifade etmekte başarılı bir yol izlemiş olsa da bütün insanlık için büyük bir katkısı olduğundan söz etmek mümkün olmayacaktır. Avrupa’da aydınların başlatmış olduğu bir akım olarak neredeyse yalnızca bu kıtayla sınırlı kalmış ve birkaç Avrupa devletini dize getirmekten, halkına karşı sorumluluk almalarını, bildirilerin yüklediği görevleri yerine getirmelerini sağlamaktan öteye geçememiştir. Üstelik devletler bu yükümlülükleri yalnızca kendi vatandaşlarına karşı yerine getirmeye çalışmış yabancıların haklarına karşı herhangi bir iyileştirme çalışması yapılmamıştır.

20. yüzyılda insan hakları konusu büyük bir savaşa ve katliama sebep olan Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde kalmış, insanların en önemli haklarından olan yaşama hakkının ihlalinin en korkunç olanı yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşının sona ermesiyle 10 Ocak 1920 yılında kurulan Milletler Cemiyetine öncülük eden Woodrow Wilson da ilkelerinde insan haklarına değinmiştir. Bu ilkelerin tam anlamıyla bir haklar bildirisi olduğunu söyleyemeyiz çünkü azınlık hakları, savaş esirlerine karşı davranışların insani bir çerçevede olması ve halkların kendi kaderini tayin etme hakkı dışındaki konulara değinilmemiştir. Wilson İlkeleri barışçıl ve demokratik bir uluslararası düzen kurmayı hedeflemiş ve devletler üstü bir kuruluş oluşturmuştur. Küresel anlamda olmasa da insan haklarının ilk defa uluslararası arenada konuşulması açısından Milletler Cemiyeti ve Wilson İlkeleri önemlidir.

Wilson ilkeleri doğrultusunda çalışmalar yapan Milletler Cemiyeti istenilen başarıyı gösterememiş, barışçıl ve demokratik bir dünya düzeni kurma hedeflerine ulaşamamıştır. Çünkü savaş sonrası imzalanan anlaşmalar doğrultusunda yenilen devletlere uygulanan yaptırımlar insan hakları ihlali olduğu gibi azınlık haklarının da savunulabildiği bir ortam oluşturamamıştır. Aşırı kutuplaşma, güç savaşı ve silahlanma yarışı sonucunda yine insanların en temel hakları olan yaşama hakkının büyük oranda zalimce ihlaline tanık olunduğu İkinci Dünya Savaşı yaşanmış ve etkileri uzun yıllar süren atom bombaları kullanılmış, bölgede yaşayan insanlar tam anlamıyla imha (yok) edilmeye çalışılmıştır.[9]

Elife Zehra YILDIRIM


[1] Mehmet Çetin, “İnsan Hakları Belgeleri ve Mevcut Çelişkiler”, Journal of International Management, Educational and Economic Perspectives, Cilt 1, No. 1, 2013, s. 42.

[2]https://docplayer.biz.tr/2526379-Modul-3-demokrasi-ve-insan-haklarinin-kavramsal-temelleri.html(15.01.2021)

[3] Salih Özkan, “İnsan Haklarının Tarihsel Gelişimi ve Kuşak Sınıflandırması”, Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 5, No. 1, 2015, s. 114.

[4] Fatih Türe, “İnsan Haklarının Normatif Kökeni”, Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, No. 32, 2014, s. 153.

[5] Daban, “Küresel İlişkiler Çağında”, s. 167.

[6]Mehmet M. Hekimoğlu, “İnsan Haklarının Tarihsel Perspektif İçindeki Gelişimi”, Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, Cilt 1, No. 1, 2003, s. 79.

[7] Ibid, s. 82.

[8] Ahmet Mercan, “İnsan Haklarının Seyri”, Birikim, No. 118, 1999, ss.52-54.

[9] Etem Çalık, “İnsan Hakları Meselesinin Gelişimi ve Siyasi ve Sosyal Faktörlerle İlişkisi”, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum Eğitim Bilimleri ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 6, No. 16, 2017, s. 56.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu